21 Haziran 2021 Pazartesi

Zorba...


Bir şubat ayıydı. Atina’ya gitmiştik. Dönüş için havaalanındaydık ki uçaklar yoğun rüzgardan dolayı  birkaç saat kalkış yapamadı. Havaalanında epey beklemek zorunda kaldık. Bilen bilir Atina Eleftherios Venizelos Havalimanı oldukça küçük bir havalimanıdır. Biraz zaman sonra yolcuların yüzleri sanki küçük bir çay bahçesinde sohbet ederken gözünüzü gezdirdiğiniz yüzler oluverir. Tanıdık gelmeye başlar. Geçen birkaç saat içerisinde yolcular birbirleriyle sohbet etmeye başladı. Benim tam yanımda oturan 3 kişi vardı. Aralarında bazen Türkçe ama genellikle sonradan öyle olduğunu öğrendiğim Rumca konuşuyorlardı. Benim arada onlara doğru dikkat kesildiğimi fark eden yanımdaki selam verdi ve klasik sorulardan olan “gezmeye mi” gibi sorularla başlayan sohbet derinleşmiş oldu . Kendisi gazetesiymiş. Ülke ülke sempozyum düzenliyormuş. İlgi mi çekmişti. Yanındaki iki kişinin birinin türk birinin Rum olduğunu söyledi. Kıbrıs Barış Harekâtı sırasında başından yaraladığı Rum askeri Ionia Marateftiş ile Kıbrıslı Türk Fethi Akıncı ile de selamlaştık. Gazeteci arkadaş Kıbrıs barış harekatı ile ilgili bir çalışma yaparken Rum bir askerle sohbet etmiş. Asker kendisi tam kaskından vuran bir türk ile olan hikayesini anlatmış. Sonra bir türk ile röportaj yaparken o’ndan da bir rumu kaskından vurduğunu dinleyince iki hikayenin bağlantısını düşünmüş ve bu iki kişiyi tanıştırmaya karar vermiş. Gazeteci aradan gecen 30 yıldan sonra birbirlerine silah çeken bu iki askeri buluşturmuş. Tahmin ettiği gibi bu hikayenin tanıkları tam da bu iki kisiymis. Rum ve türk buluşunca sohbetleri o kadar koyu geçmiş ki sonunda dost olmuşlar. Gazeteci dediki " iste bu hikaye ile tüm dünyaya barışın mumkunlugunu anlatmak için geziyoruz." “eski düşmandan dost olur mu” başlığı altında verdikleri sempozyum hakkinda anlattıklarını  dinlerken oldukça keyifli birkaç saat geçirmiştim. İlginç bir hikâyeydi. Dedim ki kendisine ilgi ile “harika bir hikayeymiş” Ardından gazeteci sordu “Zorba kitabını okudun mu?” diye. Kitabın ismini hiç duymamıştım doğrusu. Gazeteci dediki" bu kitabı oku ne harika hikayeler varmis dedirtir." Diyerek gülümsedi. Önce biraz kitabın yazarından bahsetti. Yazar dedi 20. yy başında bizlerin yeni yeni idrak ettiği gerçekligin insanlık olduğunu keşfetmiş. Yazarın ufkundan bahsetti biraz, ileri görüşlülüğünün bugün okunduğunda bile anlatmak isteneni anlayamayan algıda insanların hala varolduğundan. Kitap beni heyecanlandırmıştı. İstanbul’a gider gitmez ilk okuyacağım kitap dedim ve bir anons “kapılara dogru ilerleyiniz” Gazeteci arkadaşa anlamlı yolculukları için başarılar diledim. Uçağımıza bindik herkes tüm yabancılığı ile gideceği yolculuğa ve hayatına geri döndü.  Neyse bende İstanbul’a döndüm. Unuttum tabi kitabı indiğimde, uçaktaki herkes gibi hayatıma tam gaz inmiştim uçaktan Bu olayın üstünden bugün tam 6 yıl geçmiş oldu. Ara ara raflarda paylaşımlarda görünce “su kitabi da bir okuyamadım” gibi kendi kendime serzenişlerim olmadı değil tabi. Ama en sonunda bir kitapci rafindan degil arkadasimin kitapliginin rafindan aldim-ki bu daha kiymetliydi- kitabi ve okudum. Okurken iste yaşadığım bu hikaye aklıma geldi. Basina ilistirdim yazının. Gelelim kitaba...
Zorba kitap yazarı Nikos Kazancakis öldükten sonra Atina Ortodoks kilisesinin cenaze törenini yapmak istememesinin temel de sebebi savaşı reddetmesiydi aslında. Yazar düşüncelerini çok etkilendiğim şu anlatısıyla dile getirmiş “Bir zamanlar diyordum ki: Bu Türk’tür, bu Bulgar’dır, bu Yunanlıdır. Ben vatan için öyle şeyler yaptım ki patron tüylerin ürperir; adam kestim, çaldım, köyler yaktım, kadınların ırzına geçtim, evler yağma ettim... Neden? Çünkü bunlar Bulgar’mış, ya da bilmem neymiş... Şimdi kendi kendime sık sık şöyle diyorum, hay kahrolasıca herif, hay yok olası aptal! Yani akıllandım, artık insanlara bakıp şöyle demekteyim: Bu iyi adamdır bu kötü adamdır. İster Bulgar olsun, ister Rum, isterse Türk. Hepsi bir benim için. Şimdi iyi mi kötü mü yalnız ona bakıyorum. Ve ekmek çarpsın ki, ihtiyarladıkça buna da bakmamaya başladım. Ulan ister iyi ister kötü olsun be. Hepsine acıyorum işte... Boşversem bile bir insan gördüm mü içim cız ediyor. Nah diyorum bu fakir de yiyior, içiyor, seviyor, korkuyor,(...) o da kıkırdayacak ve dümdüz toprağa uzanacak, onu da kurtlar yiyecek... Hey zavallı hey! Hepimiz kardeşiz be... Hepimiz kurtların yiyeceği etiz...” döneminde bu cümleleri kurabilmişken nasılda bir cenaze töreni yapılsın ki tabi! Öldükten ve aradan yıllar geçtikten sonra yazarın gücü büyür, sınarlar ötesine de taşınırsa işte o zaman yazara sahip çıkılır ve milliyetçilikle de sarmalanır. Neyse geçelim kitabımızın başta tutunamamış gibi görünen ilerici karakterine, zorbaya...
hayattan fazla bir beklentisi olmayan mutsuz bir entelektüel olan kitaptaki ismi ile patron karakteri Girit’e gidip linyit maden kömürü işleyecektir. Yola çıkınca Aşırı davranışlara sahip olan, kaba ama hayata mutlulukla bağlı olan madene çalışmış Aleksi Zorba karakteri ile karşılaşır. Ve onunla beraber maden işletmek için beraber vakit geçirmeye başlarlar. Beraber geçirdikleri  zamanda Zorba hayat felsefesini Patron karakterine geçirmeye başladıkça karakterin hayata bakış açısı değişir . Zorba çapkın hayat dolu iyiye sevinmeye kötüye üzülmeyen iyi ve kötü yaptığı herşeyi bilen ama umursamayan bir karakterdir. İşte tüm diyaloglar ve olaylar bu çerçevede gelişir. Kitapta patron karakteriyle anılan kişinin yazarım kendisi olduğu ve bir ara Girit’te dönüp linyit maden ocağı işletmeye çalıştığı ve zorba karakteriyle tanışıp beraber vakit geçirdiğini okumuştum. Kitap zorbanın birebir hikayesi miydi bilmiyorum ama Nikos Kazancakis doğumundan zorbaya kitabını yazdığı 64 yıllık ömründe hayattan yaşadığı siyasî felsefik fikirsel ve pratik ne varsa onu güzel yansıtmış yazar olduğunu düşünüyorum. Yazar yaşadığı toplumu yansıtırken insanın doğası ile karşılaştırma yaparak empati kurmamızı sağlayabilmiştir. Karakterleri günlük hayatın içinden abartı olmadan yaptığı anlatım ile de hikayeye odaklanmanızı da sağlayabilmiştir. Minimalizmde evrenselliği yakalayabilmiş kendisi ki yıllar gerçek bir edebî eser oluşunun en tam sebeplerinden biri bu bence. Karakterlere bakacak olursak Zorba karakterini benliğimizin özü olarak kitaptaki Patron olmadan önceki evrim hali olarak hissettim öncelikle bu ilerleyen tarih ilerleyen insan fikriyle en alışık olduğumuz yorumu. Fakat başka bir taraftan hayata bakış açısı, yorumlayışı ile  zorba karakteri patrondan çok sonraki gelişmişliğimiz gibi. Hikâye ilerlerken patronun zorbaya benzeme çabası hatta yer yer olaylara yaklaşımı zorbayı taklit ederek olması sonunda da onun felsefesini benimseyerek huzur bulması zorbanın patron karakterinin çok daha gelişmiş hali olma fikrini bende güçlendiriyor. Zorba karakteri ilk başta oldukça itici geliyor. İşsiz, güçsüz olarak karşımıza çıkan zorba yaşı ilerlemiş olmasına rağmen tutunamamış birilerinden yardım dilenen bir karakter. Pis, yemesini içmesini bilmeyen hayatta hiçbir fayda üretmemiş aklı fikri sevişmek yemek içmekte olan birisi. Hatta arada çalgı çaldığını ve dans ettiğini ifade etmesi bizde zorba karakterinin aklı havada ve bos bir tipoloji olma fikrini en başta güçlendiriyor. Fakat olaylar ilerledikçe o düz bakışıyla, tarafsız duruşuyla sempati oluşturmaya başlıyor. Toplumun çürümüşlüğü ile baş edemeyen gerçeklikten uzak patron karakterinin en insani dedigimiz zamanlarda sorunlarla baş edememesi ve zorbanın yardımına ihiyaç duyması sempatiklikten de öteye geçiriyor. Birden Aleksis Zorba ile bağ kurmaya başlıyorsunuz. Patron karakterinin o ilk baştaki entelektüel, halktan bir adım ileride ki medeni duruşu gitgide yetersiz gelmeye, yozlaşmış toplum karşısında bas edemeyen toplumun sürüklemesine kapılan bir karaktere dönüşüyor . Zorba ise tam tersi toplumun dizginleyemediği fikirlerini yaşadıklarıyla yorumlayan ve felsefesini saklamadan yaşayan bir karakter olarak birden gelişmişlik örneğine dönüşüyor. Düz olması, söylemeye çalışmayıp direk söylemesi, net olması ve yorum yaparken korkusuzca yapması rahatsiz edici olsa bile toplumun içimizdeki baskisinin yoğunluğunu hissedip bize karakteri hayran bile bıraktırıyor. İnsanın toplum olma gereği olarak bazen patron olarak yaşaması gerekirken içinde bir zorba karakteri barındırmayan da hayatla baş etmesi ve özgün olarak yasayabilmesi hatta bisey üretebilmesi zor gibi. Belki de zorba patron karakterinin olmak isteği kişidir. Patronla zorba belkide  aynı kişi. Patronun zihindeki sorgulamalarının sonunda cevaplarını bulamadıklarından  doğan karakterdir. Patron içimizdeki beraber yasama duygusuyken zorba biz olabilmenin anahtarıdır. Yazar bu kitabıyla bir nevi kendi hayatını anlatmaya çalışmış, Kazancakis, Zorba ile korkmamayı, yaşamı sevmeyi ve ayakta durabilmeyi öğrenmiştir. Zorba yazara kendisiyle girdiği sessiz hesaplaşmayı göstermiştir. İnsanı dünyada ideoloji, din, ahlâk, para ve daha da güçlüsü gelenek – ki gelenekler dinlerle iç içe gecmistir- şekillendirir. Düşünceler ve yasam şekli bu unsurlarla çevrelenir ve şekillenir. Kişinin kendi özgür iradesi hep daha sonrada kalır. Özgür iradesini on plana çıkarabilenlerin  hayatlarını okuyor ve tanıyoruz zaten onlarda yaşadıkları donemde pek de sevilen ks8ler olmamış hatta yine ayni toplum tarafindan dışlamış çoğu zaman. Tüm bu düşüncelerden yola çıkarsak, bizi yaşadığımız toplumda şekillendirilen kimliklerden biraz olsun sıyrılmak insanı zorba mi yapar?
Kitapta harika cümleler var paylaşmak istediğim ama bir iki tanesiyle kalamayacağımı düşünüyorum onun için alıntı işine girmek istemem. Yine de çok bilindik ama benim her okuduğum da hoş eden Kazancakis mezar taşında yazan Zorba nidası ile bitireyim isterim.
 
“Hiçbir şey ummuyorum, hiçbir şeyden korkmuyorum, özgürüm.”
                         Nikos Kazancakis 

2 yorum: