11 Eylül 2023 Pazartesi

Venedik Maskeleri


Venedik Maskelerinin geleneksel olarak nasıl kullanılmaya başlanması ile ilgili net bir bilgi yoktur. Kuvvetli tahminlerden biri şöyledir; yaşanan Veba salgını neredeyse Venedik nüfusunun yarısının ölümüne sebep olunca, hayatta kalan hastalıklı kişiler kendi yaralarını gizlemek için uzun kıyafetler giyerek maskeler takmaya başlamışlardır. 


Takılan maske sayesinde zengin ve fakirler arasındaki görüntü ve sınıfsal farklar ortadan kalkar ve toplum içinde eşitlik sağlanmış olur.Venedik halkının maskeleri  kullanma amacının  insanların en azından eğlenirken sınıf farkını ortadan kaldırmasıdır. Amacı sınıf farkını ortadan kaldırmak olarak başlasa da bu durum kişiler için fırsata da çevrilmiş. Kişilerin maskelenip istedikleri gibi davranmasıyla toplum ahlakının çöküşünün hızlanması durumu, maske kullanımının kilise tarafından yasaklanmasına kadar gider. Hatta kutsal günlerde maske kullanmak yasadışı olarak bile ilan edilir. Maskelerin ardında kendileri gibi olabildikleri tek an, dış dünyamıza taşan o an, aslında en sorunlu zamanımız olabilir galiba. Sonuçta Venedik insanların istediklerini yaptıkları bir yer olarak özgürlüğü ve ahlaki çöküşü tanımlaması kendin gibi olabilmenin sorunsali gibi gorunuyor.

Maske kültürü sadece Venedik’te değildir. Kadim Roma ve Grek zamanında aktörler, sahnede sergiledikleri baskın duyguyu –trajedi, komedi vs– belirtmek için maskeler takarlarmış ve söylendiğine göre maske aracılığıyla konuşurlarmış. Kadim Mısır anlatılarında da “Anubis maskesi giyen rahip kalktı ve konuştu…” ifadesi  ile karşılaşılır ki bu da zaten ifade edilmek istenilen baskın duyguyu aktarır bize.

Psikolojide maske kavram olarak, Latince kökeninden hareketle “Persona” ile ifade edilirmiş “İnsanın dış dünyaya sunulan ifadesi” anlamına gelir. İnsanın isteği ve kontrolünde gibi duran bu maske, madalyonun yalnızca bir yüzüdür. Madalyonun diğer yüzünde, genellikle belirsiz ve tam biçimlenmemiş bir arzu olur.  Shakespeare’in sözü gibi,  “Bir adam, kendi zamanında birçok rol oynar.”  Dış dünyayla yüzleştiğimizde giydiğimiz maske, ayrıca  dış dünyanın bizim üzerimizdeki rolünü de belirler.  Böylece, “Maske aracılığıyla konuşan” sistem, bizim kendi karnavalımızı her gün sahnelememizi sağlar.  Bir kimliğin maske takabilmesi için ise; bir maskenin arkasında öncelikle gerçek bir kimlik olması gerekir. 

Venedikte vitrinlerdeki çeşit çeşit maskelerin her biri bir anlam ifade etmektedir aslında, kimisi veba doktorlarının temsili maskesi kimisi sosyal statüleri temsil edenler, kimisinde kadınsı özellikleri on plana çıkarıyordu. Yada bugün soytarı denilen saflığı temsil eden maskeler. En nihayetinde satın alırken hepsinin bir anlam tasidigini bilmek lazım. 
Sonuçta maskelere bakınca ne kadar ürpertici gibi görünsede asil ürpertici olan görünce tanımlayamadığımız görünmez maskeler. 
Aslında su soruda kafama takılmadı değil, maskelerin ahlaki çöküşünü dile getirip yasaklayan kilise cevap veremediği çağa sopa yollu bir dur dedi de asıl Avrupa’nın bugün ki ahlaki çöküşünun temellerini mi attı acaba?? Belkide maskeler olmadan özgürlüğü yasayabilseydi Venedikliler, isler daha mı  özdenetim içerisinde giderdi acaba? Sonuçta insanları maske kullanmak zorunda bırakan duygularini tam olarak sergileyememek ve toplumsal baskı değil mi?? Kilise baskısı ile kullanilan maskeler yine kilise baskısı ile yasaklanmiş değil mi?

28 Ocak 2023 Cumartesi

Film Tiradları


Hayatta Sadece Tek Bir Gerçek Yok... 
Ahlat Ağacı

"Ama sen bu dediğimi henüz anlayamazsın 
Allah allah nedenmiş 
Yaşın müsait değilde ondan yaşın ilerledikçe bu mektup gibi dünyayı kendi anlamına zorlamaya çalışan bu tarz romantik atılganlıkları yüreğin gençliğinden gelen toy aşırılıklar olarak görmeye başlayacagını biliyorumda ondan… 
O mektuba kötü demiyorum tabii yanlış anlama tasranın derinliğinden merkeze ulaşmaya başarmış ateşli bir çığlık olduğunu da kabul ediyorum.
Ama genede onun midemi bulandıracak kadar duygusal ve haddinden fazla romantik bulduğumu söylemeden geçmem mümkün değil kusura bakma yanıma gelmenden kısa bir süre sonra seninde iflah olmaz bir romantik epeyde saplantılı bir genç olduğunu biliyorum anlamadığımı sanma
Ama yine de ama yinede gördüğün gibi kalkıp gitmedim
Seni başımdan sağmadım içimdekileri ortaya dökmeyi bekledim iğnelerine dokundurmalarına efendice sabırla cevap verdim.
Ama artık bir müsade etde evime gideyim yaaaa
Haaa olurmu evime gideyimde öyle inleyerek ayaklarımı tuzlu suya falan basayım 
Niye biliyormusun çünkü son yarım saattir varlığını üzerime dayatan tek bir gerçek var!
Oda ne biliyormusun?
Bacaklarımı lime lime doğrayan müzmin bir sızıyla boynumda başlayıp yukarı tırmanan ve şiddettli bir baş ağrısına dönüşmek için fırsat kollayan sinsi bir tutulmadan başka da bir şey değil haaaa!!!
Öyle olduğunda ne oluyor biliyormusun genç dostum edebiyatın merkeziymiş taşrasıymış kalemin kağıda değdiği yermiş şuymuş buymuş hiç ama hiç umrunda olmuyor 
İşte sizin toy kafanızın anlayamadığı şeyde bu !!!!!
Hayatta sadece tek bir gerçek yok edebiyatmış başarıymış al hepsi senin olsun
Tepe tepe kullan şuanda nobel verseler gidip almam bilmem anlatabildimmi onun için genç dostum bana müsade..."
NBC

21 Haziran 2021 Pazartesi

Zorba...


Bir şubat ayıydı. Atina’ya gitmiştik. Dönüş için havaalanındaydık ki uçaklar yoğun rüzgardan dolayı  birkaç saat kalkış yapamadı. Havaalanında epey beklemek zorunda kaldık. Bilen bilir Atina Eleftherios Venizelos Havalimanı oldukça küçük bir havalimanıdır. Biraz zaman sonra yolcuların yüzleri sanki küçük bir çay bahçesinde sohbet ederken gözünüzü gezdirdiğiniz yüzler oluverir. Tanıdık gelmeye başlar. Geçen birkaç saat içerisinde yolcular birbirleriyle sohbet etmeye başladı. Benim tam yanımda oturan 3 kişi vardı. Aralarında bazen Türkçe ama genellikle sonradan öyle olduğunu öğrendiğim Rumca konuşuyorlardı. Benim arada onlara doğru dikkat kesildiğimi fark eden yanımdaki selam verdi ve klasik sorulardan olan “gezmeye mi” gibi sorularla başlayan sohbet derinleşmiş oldu . Kendisi gazetesiymiş. Ülke ülke sempozyum düzenliyormuş. İlgi mi çekmişti. Yanındaki iki kişinin birinin türk birinin Rum olduğunu söyledi. Kıbrıs Barış Harekâtı sırasında başından yaraladığı Rum askeri Ionia Marateftiş ile Kıbrıslı Türk Fethi Akıncı ile de selamlaştık. Gazeteci arkadaş Kıbrıs barış harekatı ile ilgili bir çalışma yaparken Rum bir askerle sohbet etmiş. Asker kendisi tam kaskından vuran bir türk ile olan hikayesini anlatmış. Sonra bir türk ile röportaj yaparken o’ndan da bir rumu kaskından vurduğunu dinleyince iki hikayenin bağlantısını düşünmüş ve bu iki kişiyi tanıştırmaya karar vermiş. Gazeteci aradan gecen 30 yıldan sonra birbirlerine silah çeken bu iki askeri buluşturmuş. Tahmin ettiği gibi bu hikayenin tanıkları tam da bu iki kisiymis. Rum ve türk buluşunca sohbetleri o kadar koyu geçmiş ki sonunda dost olmuşlar. Gazeteci dediki " iste bu hikaye ile tüm dünyaya barışın mumkunlugunu anlatmak için geziyoruz." “eski düşmandan dost olur mu” başlığı altında verdikleri sempozyum hakkinda anlattıklarını  dinlerken oldukça keyifli birkaç saat geçirmiştim. İlginç bir hikâyeydi. Dedim ki kendisine ilgi ile “harika bir hikayeymiş” Ardından gazeteci sordu “Zorba kitabını okudun mu?” diye. Kitabın ismini hiç duymamıştım doğrusu. Gazeteci dediki" bu kitabı oku ne harika hikayeler varmis dedirtir." Diyerek gülümsedi. Önce biraz kitabın yazarından bahsetti. Yazar dedi 20. yy başında bizlerin yeni yeni idrak ettiği gerçekligin insanlık olduğunu keşfetmiş. Yazarın ufkundan bahsetti biraz, ileri görüşlülüğünün bugün okunduğunda bile anlatmak isteneni anlayamayan algıda insanların hala varolduğundan. Kitap beni heyecanlandırmıştı. İstanbul’a gider gitmez ilk okuyacağım kitap dedim ve bir anons “kapılara dogru ilerleyiniz” Gazeteci arkadaşa anlamlı yolculukları için başarılar diledim. Uçağımıza bindik herkes tüm yabancılığı ile gideceği yolculuğa ve hayatına geri döndü.  Neyse bende İstanbul’a döndüm. Unuttum tabi kitabı indiğimde, uçaktaki herkes gibi hayatıma tam gaz inmiştim uçaktan Bu olayın üstünden bugün tam 6 yıl geçmiş oldu. Ara ara raflarda paylaşımlarda görünce “su kitabi da bir okuyamadım” gibi kendi kendime serzenişlerim olmadı değil tabi. Ama en sonunda bir kitapci rafindan degil arkadasimin kitapliginin rafindan aldim-ki bu daha kiymetliydi- kitabi ve okudum. Okurken iste yaşadığım bu hikaye aklıma geldi. Basina ilistirdim yazının. Gelelim kitaba...
Zorba kitap yazarı Nikos Kazancakis öldükten sonra Atina Ortodoks kilisesinin cenaze törenini yapmak istememesinin temel de sebebi savaşı reddetmesiydi aslında. Yazar düşüncelerini çok etkilendiğim şu anlatısıyla dile getirmiş “Bir zamanlar diyordum ki: Bu Türk’tür, bu Bulgar’dır, bu Yunanlıdır. Ben vatan için öyle şeyler yaptım ki patron tüylerin ürperir; adam kestim, çaldım, köyler yaktım, kadınların ırzına geçtim, evler yağma ettim... Neden? Çünkü bunlar Bulgar’mış, ya da bilmem neymiş... Şimdi kendi kendime sık sık şöyle diyorum, hay kahrolasıca herif, hay yok olası aptal! Yani akıllandım, artık insanlara bakıp şöyle demekteyim: Bu iyi adamdır bu kötü adamdır. İster Bulgar olsun, ister Rum, isterse Türk. Hepsi bir benim için. Şimdi iyi mi kötü mü yalnız ona bakıyorum. Ve ekmek çarpsın ki, ihtiyarladıkça buna da bakmamaya başladım. Ulan ister iyi ister kötü olsun be. Hepsine acıyorum işte... Boşversem bile bir insan gördüm mü içim cız ediyor. Nah diyorum bu fakir de yiyior, içiyor, seviyor, korkuyor,(...) o da kıkırdayacak ve dümdüz toprağa uzanacak, onu da kurtlar yiyecek... Hey zavallı hey! Hepimiz kardeşiz be... Hepimiz kurtların yiyeceği etiz...” döneminde bu cümleleri kurabilmişken nasılda bir cenaze töreni yapılsın ki tabi! Öldükten ve aradan yıllar geçtikten sonra yazarın gücü büyür, sınarlar ötesine de taşınırsa işte o zaman yazara sahip çıkılır ve milliyetçilikle de sarmalanır. Neyse geçelim kitabımızın başta tutunamamış gibi görünen ilerici karakterine, zorbaya...
hayattan fazla bir beklentisi olmayan mutsuz bir entelektüel olan kitaptaki ismi ile patron karakteri Girit’e gidip linyit maden kömürü işleyecektir. Yola çıkınca Aşırı davranışlara sahip olan, kaba ama hayata mutlulukla bağlı olan madene çalışmış Aleksi Zorba karakteri ile karşılaşır. Ve onunla beraber maden işletmek için beraber vakit geçirmeye başlarlar. Beraber geçirdikleri  zamanda Zorba hayat felsefesini Patron karakterine geçirmeye başladıkça karakterin hayata bakış açısı değişir . Zorba çapkın hayat dolu iyiye sevinmeye kötüye üzülmeyen iyi ve kötü yaptığı herşeyi bilen ama umursamayan bir karakterdir. İşte tüm diyaloglar ve olaylar bu çerçevede gelişir. Kitapta patron karakteriyle anılan kişinin yazarım kendisi olduğu ve bir ara Girit’te dönüp linyit maden ocağı işletmeye çalıştığı ve zorba karakteriyle tanışıp beraber vakit geçirdiğini okumuştum. Kitap zorbanın birebir hikayesi miydi bilmiyorum ama Nikos Kazancakis doğumundan zorbaya kitabını yazdığı 64 yıllık ömründe hayattan yaşadığı siyasî felsefik fikirsel ve pratik ne varsa onu güzel yansıtmış yazar olduğunu düşünüyorum. Yazar yaşadığı toplumu yansıtırken insanın doğası ile karşılaştırma yaparak empati kurmamızı sağlayabilmiştir. Karakterleri günlük hayatın içinden abartı olmadan yaptığı anlatım ile de hikayeye odaklanmanızı da sağlayabilmiştir. Minimalizmde evrenselliği yakalayabilmiş kendisi ki yıllar gerçek bir edebî eser oluşunun en tam sebeplerinden biri bu bence. Karakterlere bakacak olursak Zorba karakterini benliğimizin özü olarak kitaptaki Patron olmadan önceki evrim hali olarak hissettim öncelikle bu ilerleyen tarih ilerleyen insan fikriyle en alışık olduğumuz yorumu. Fakat başka bir taraftan hayata bakış açısı, yorumlayışı ile  zorba karakteri patrondan çok sonraki gelişmişliğimiz gibi. Hikâye ilerlerken patronun zorbaya benzeme çabası hatta yer yer olaylara yaklaşımı zorbayı taklit ederek olması sonunda da onun felsefesini benimseyerek huzur bulması zorbanın patron karakterinin çok daha gelişmiş hali olma fikrini bende güçlendiriyor. Zorba karakteri ilk başta oldukça itici geliyor. İşsiz, güçsüz olarak karşımıza çıkan zorba yaşı ilerlemiş olmasına rağmen tutunamamış birilerinden yardım dilenen bir karakter. Pis, yemesini içmesini bilmeyen hayatta hiçbir fayda üretmemiş aklı fikri sevişmek yemek içmekte olan birisi. Hatta arada çalgı çaldığını ve dans ettiğini ifade etmesi bizde zorba karakterinin aklı havada ve bos bir tipoloji olma fikrini en başta güçlendiriyor. Fakat olaylar ilerledikçe o düz bakışıyla, tarafsız duruşuyla sempati oluşturmaya başlıyor. Toplumun çürümüşlüğü ile baş edemeyen gerçeklikten uzak patron karakterinin en insani dedigimiz zamanlarda sorunlarla baş edememesi ve zorbanın yardımına ihiyaç duyması sempatiklikten de öteye geçiriyor. Birden Aleksis Zorba ile bağ kurmaya başlıyorsunuz. Patron karakterinin o ilk baştaki entelektüel, halktan bir adım ileride ki medeni duruşu gitgide yetersiz gelmeye, yozlaşmış toplum karşısında bas edemeyen toplumun sürüklemesine kapılan bir karaktere dönüşüyor . Zorba ise tam tersi toplumun dizginleyemediği fikirlerini yaşadıklarıyla yorumlayan ve felsefesini saklamadan yaşayan bir karakter olarak birden gelişmişlik örneğine dönüşüyor. Düz olması, söylemeye çalışmayıp direk söylemesi, net olması ve yorum yaparken korkusuzca yapması rahatsiz edici olsa bile toplumun içimizdeki baskisinin yoğunluğunu hissedip bize karakteri hayran bile bıraktırıyor. İnsanın toplum olma gereği olarak bazen patron olarak yaşaması gerekirken içinde bir zorba karakteri barındırmayan da hayatla baş etmesi ve özgün olarak yasayabilmesi hatta bisey üretebilmesi zor gibi. Belki de zorba patron karakterinin olmak isteği kişidir. Patronla zorba belkide  aynı kişi. Patronun zihindeki sorgulamalarının sonunda cevaplarını bulamadıklarından  doğan karakterdir. Patron içimizdeki beraber yasama duygusuyken zorba biz olabilmenin anahtarıdır. Yazar bu kitabıyla bir nevi kendi hayatını anlatmaya çalışmış, Kazancakis, Zorba ile korkmamayı, yaşamı sevmeyi ve ayakta durabilmeyi öğrenmiştir. Zorba yazara kendisiyle girdiği sessiz hesaplaşmayı göstermiştir. İnsanı dünyada ideoloji, din, ahlâk, para ve daha da güçlüsü gelenek – ki gelenekler dinlerle iç içe gecmistir- şekillendirir. Düşünceler ve yasam şekli bu unsurlarla çevrelenir ve şekillenir. Kişinin kendi özgür iradesi hep daha sonrada kalır. Özgür iradesini on plana çıkarabilenlerin  hayatlarını okuyor ve tanıyoruz zaten onlarda yaşadıkları donemde pek de sevilen ks8ler olmamış hatta yine ayni toplum tarafindan dışlamış çoğu zaman. Tüm bu düşüncelerden yola çıkarsak, bizi yaşadığımız toplumda şekillendirilen kimliklerden biraz olsun sıyrılmak insanı zorba mi yapar?
Kitapta harika cümleler var paylaşmak istediğim ama bir iki tanesiyle kalamayacağımı düşünüyorum onun için alıntı işine girmek istemem. Yine de çok bilindik ama benim her okuduğum da hoş eden Kazancakis mezar taşında yazan Zorba nidası ile bitireyim isterim.
 
“Hiçbir şey ummuyorum, hiçbir şeyden korkmuyorum, özgürüm.”
                         Nikos Kazancakis 

3 Mart 2016 Perşembe

Atinadan...

Galiba hayatımın oturduğu bu masada
Bu masadaydı tüm sevgicikler
Sevgiler kaldırıldı Santorinideki yanardağ eteklerine
Lavlarla birleşip koca bir ateş olacak yakacak ne varsa
Ve cennet meyveleri cehennem meyveleriyle aşılanacak zamanlar sonunda
Yeni bir tat yeni bir sevda yeni bir türkü çıkacak herkez adına
Aşıkla maşuk resmedilecek tuvallere
Zira ancak tuvalde yakalar tüm rengi şenlikleriyle
Masallar tarihle sevişecek kirlenmeden
Verecek tüm tarihini Akrapol ayrıntısıyla
Ve bileceğiz Afroditin güzelliğinin sadece mitlerinden geldiğini
Umacak herkez o saatten sonra 
Afrodit kadar mit dolu, Artemis kadar güç dolu olmayı
Ağaçlarla taşları çiftleştireceğiz nice tarihlere gebe kalmalarını beklemek için 
Bense bu masada bekleyeceğim bugünlerime ve tüm tarihime gebe...


27 Ocak 2016 Çarşamba

İtalya Seyahatimden... FLORANSA...


İtalyanın kuzeyine doğru yol alırken Toskana bölgesinde yer alan Floransa, aynı zamanda bu bölgenin başkentidir. Floransa, romantizmim, sanatın ve en önemlisi de rönesansın başladığı topraklardır. Dünyanın en önemli isimlerinden Leonardo Davinchi ve Michelengeo'nun yaşadığı topraklar olan Floransa kalabalık meydanları, buram buram sanat kokan müzeleri, her köşe başında dinleme fırsatı yakaladığınız çeşitli müzikleri ve şehir boyunca uzanan Arno nehriyle tam bir rüya kent. Bu şehre girdiğimde ilk düşündüğüm "dünyanın başka hiçbir yerinde bir tane daha böyle bir şehir yoktur heralde" olmuştu. 

Pinokyo efsanesinin doğduğu masalsı şehir Floransa, yine pinokyo rüyasıyla merhaba diyor usulca. "Yalandan uzak, ben gerçeğim" selamlaması bu aslında. Floransa sokaklarını adımlarken vardığım Ponte Vecchio'da Davinchinin uçuş gözlemleri için özgür bıraktığı kuşları görebiliyorsunuz. Ortaçağ ve Rönesans arasında yazılmış olan ilahi komedyayı dillendirirken Dante, ufizzinin dar sokaklarından geçmiş, hissediyorsunuz. Fısıldıyor Dante " şimdiye dek onunla ilgili söylediklerim yanyana getirilseydi tek bir övgüde, yetmezdi güzelliğini belirtmeye. Yalnızca bizim algımızı açmıyordu gördüğüm güzellik, sanırım onu yalnızca yaratıcısı anlıyordu." dizelerini sanki duyuyor ve hissediyorsunuz. Piazza del michelengeo tepesinden Floransayı izlerken ünü dünyaya salınmış Davut heykeline hayat veren Michelengeo' ya  tamda bu manzaranın ilham vermiş olduğunu anlarsınız. Masal tadında bir rönesans manzarası vardır tam karşınızda. Yaşanmışlıkları ve sanatı hissettirecek kadar büyülü bir şehir Floransa. Şehir öyle iyi korunmuşki yürüdüğüm yollardan biraz önce şair Tasso geçmiş piazza del repablica' da Dante ile buluşacak fikrine kapılıyorum. Tasso mısraları seriliyor sanki adım adım yollara...


Floransa sokakları ve kaldırımları tektek elle işlenmiş. Kaldırımlarında bile sanat var Floransa'nın...Yollar bizi signora meydanına çıkarıyor adım adım. Burası tam bir açık hava müzesi. Yıl 1520 ve Machivellinin Floransa tarihiyle ilgili yazdıklarını görüyorsunuz çevrenizde.

Rönesans ile ilişkilendirdiğimiz değişimler ilk olarak Floransa şehrinde ortaya çıktı. Burada diğer yerlerden daha yaygın yaşandı. Rönesans Avrupanın büyük bir bölümünde yaşanan bir yeniden doğuştu. Ortaçağ boyunca Avrupa ülkelerinde bilim, sanat ve mimari kilisenin egemenliği altında kalmıştı. Resim, heykel, müzik, edebiyat ve mimari Tanrı'yı yüceltmek amacı ile yapılıyordu.Yeniden doğmak anlamına gelen Rönesans ile birlikte, hayatın sonuna kadar yaşanması gerektiği dünyadaki; bilgi, güzellik ve zevklerden faydalanmanın çok önemli olduğu düşüncesiyle sanat ve bilim bu yönde ilerlemiştir.Şehrin ekonomisi, yazarları, ressamları, mimarları ve düşünürleri Floransayı rönesans kültürünün bir modeli haline getirdiler. 

Zamanın Floransasında, Leonardo Da Vinci uçuş deneyleri yapmaktadır. Sıcak havanın soğuk havadan daha hafif olduğunu keşfetmiştir. Doğduğu Vinci köyünde hasat sonrası yakılan otlardan çıkan dumanları uzun uzun seyreder. Nereye, hangi diyarlara gittiğini hep merak etmiştir. Bu dumanları büyükçe bir torbaya hapsetsem acaba beni de götürür mü diye geçirirdi içinden. 20'li yaşlarında yaşadığı Floransada birçok fikrini hayata geçirme fırsatı yakalayan Leonardo uçan bolan fikrini müthiş kalemi sayesinde resmetti. Medici ailesinden Lorenzo di Mediciye hazırladığı taslağı sundu ve ilgi çekici karşılandı. Ancak Leonardonun korktuğu birşey vardı. Balonun kontrolünden çıkmasından ve rüzgara kapılıp dünyanın sonunda aşağı düşmesinden endişe ediyordu. Bu endişe Lorenzoyu kahkahaya boğdu. Ortada gülünecek birşey olmadığını söyleyen Leonardo, Lorenzonun tepkisini anlamaya çalıştı. Kahkahalara boğulan Lorenzo sakinleşti ve Leonardoya, dünyanın sonundan düşmeyeceğini çünkü dünyanın sonu olmadığını, dünyanın yuvarlak bir top gibi olduğunu söyledi. Rencide olan Leonardo büyük bir kızgınlığa kapılarak çizimlerini topladı. Sana bunu kanıtlayacağım diyerek meydan okudu ve odayı terk etti. Ertesi gün Lorenzo Leonardoya haber yolladı. "10 gün sonra dünyanın düz olduğuna dair bulabildiğin kadar kanıt bul Piazza del Repablica da buluşalım" dedi. 10 gün sonra Leonardo çeşitli aletler ve eski yazmalarla meydana bir at arabası yardımıyla geldi. Lorenzo elleri boş olarak meydanda almıştır yerini. Bu düellonun haberini alan sanatçılar, edebiyatçılar, din adamları, dış temsilciler, roma elçileri ve fikir adamları yerlerini çoktan almışlardı. Dante elinde kağıt kalemiyle olanları şiirsel uslubuyla tarihe geçmeye hazır beklerken, Tasso satırlarına başlamıştı çoktan şiirlerinin ve Makyevelli iki eli başında söylenenleri kafasında yorumlamaya hazır halde bekliyordu. Micelengelo ile Rafeallo, Donetello'da dahil tuvalleri önünde bu önemli tartışmayı resmetmek için bekliyorlardı. Boticelli tam onların yanındaydı Boccecio ile beraber. Kimbilir onlar nasıl resmedecekti bu önemli fikri düelloyu. Ve Goethe en önde yerini almıştı. italya yolculuğu esnasında Floransada, bu ana tanıklık edeceği için müthiş şanslı hissediyordu kendisini.Leonardo elindeki aletlerle bir takım ölçümler yapıp bağırarak sonuçları söyledi. İzleyenlerden beklediği ilgiyi göremedi. Ardından büyük denizcilerin seyir defterlerinden bazı alıntılar yaptı. Ancak bunların hiçbirinde açıkça dünyanın sonunu ifade eden açıklamalar yoktur. Leonardo dini yazıtlar ile bağlantı kurmaya karar verdi. Romadan gelen bir din adamından aldığı "tanrı ve yeryüzü" isimli kitapta apaçık dünyanın düz olduğu anlatılıyordu. Dünya, tahtirevallide kalmış gibi bir dağın üzerinde çizilmişti kitapta. İşte bu kanıt Davinchinin en büyük kozu oldu. Kalabalık etkilendi ve koca alkışlar, bağırışlar koptu. Büyük bir galibiyet edasıyla yerine geçen Leonardo kafasını kaldırıp Lorenzoya baktığında bir gülümsemeyle Leonardoyu alkışladığını gördü. Ardından ağır adımlarla Lorenzo çıktı meydana. Kalabalığa seslenen Lorenzo şunları söyler. " Ben Lorenzo di Medici buraya dünyanın yuvarlak yada düz olduğunu kanıtlamak için toplandık. Sevgili Leonardo Davinchi kanıtları karşısında elimde tek bir kanıt var. Müsadenizle kendisini takdim ediyorum....Galileo Galile...



Tabiki Galileo ve Leonardo hiçbir zaman bir araya gelmedi. Leonardonun ektiği ıhlamur fidanları çoktan Galileo'nun Floransaya davet edildiği sırada bindiği geminin güverte parçası olmuştu bile. Leonardo kilise ve dini öğretilere nerdeyse bulunduğu noktadan Afrika kıtası uzaklığındaydı. Goethe italyaya yolcuğa çıktığında rönesans dönemi kendisini başka bir çağa bırakmış, Dante ise rönesanstan habersiz erken dönemde üretmiştir eserlerini. Bu anlatı yalnızca benim zihnimdeki buluşmadan ibaret. Bu kurgulanmış hikaye ve gerçekten yaşanmış onlarca hikayede Floransanın barındırdıklarının değeri var aslında. Rönesans ancak bu çeşitli fikirlere sahip, özgürce tartışma ortamları ile bilim ve ilme yakınlığı olan sanatla yoğurulmuş bu topraklardan doğabilirdi..



Gerçeğe dönersek, 15. Yy floransası heyecan verici bir yerdi. 1425' de Floransa kendini yöneten bağımsız bir şehir devletiydi. Güçlü ekonomisi ve şehrin refahına adanmış politik felsefesi sayesinde Floransa kısa sürede gelişti. Floransanın en güçlü ve nüfüslu ailelerinden Medici soyundan, Cosimo de Medici antik yazarların eserlerini inceledi ve klasik yazarların el yazmasını topladı. Hümanist tartışmalardan zevk alan Cosimo de Medici, Platon Akedemisini kurdu. Mediciler Floransa için önemli gelişmeler sağladılar. Sanata ve bilime oldukça fazla önem verdiler. Platonun eserlerini tercüme ettiler. Perspektifin öncüsü sayılan Brunelleshi yada ortaçağ ressamlarının önemsemediği ışığı kullanan Francesco'ya da mediciler destek oldular. İlk kez hristiyan söylemleri dışında resim yapan Boticelli'yi de yine mediciler destekledi. Soylular ve aydınlar tarafından aşağılanan Dante'nin eserlerine övgüler düzdüler. Batı edebiyatının en önemli kaynaklarından Homerosun eserlerini yazılı hale getirdiler. Michelengeo' dan Davinci'ye kadar sanat tarihinin dahileri medicilerin koruması altına girdiler. Bu sanatçıların tümü medicilerin saraylarında yaşayıp, atölyelerinde ürettiler. Dünya yuvarlak dediği için kilise tarafından afaroz edilen Galileoyu mediciler saraya davet etmişlerdir. Medici diyince aklımıza sadece görsel sanat değil, bilim, doğa, fikir ve edebiyatta gelmelidir. Aynı zamanda finans alanındada tarihte oldukça ciddi yere sahipler. Mediciler için günümüzdeki modern bankacılığın yaratıcısı diyebiliriz. Şehir devletlerine -vatikan dahil- ve aristokrat ailelere verdikleri faiz karşılığı paralar medicileri güçlü yapan önemli sebeplerdendir. İtalya şehir devletleri başta olmak üzere, hollandanın ileri gelen aristokrat ailelerine hatta ingilterede dahil birçok ülkeye faiz karşılığı para kullanımı sağlamışlardır. Bu durum Floransayı dahada güçlü kılmıştır. Özellikle vatikanın mediciye olan parasal bağlılığı kilise dışında sanat üretmeye imkan vermiştir.


Pinokyo, yalan karşısında aciz kalışla hem olağanüstü bir mit, hemde ham ahşapıyla  oldukça basit bir hikaye. Sanatını konuşturan pinokyo yaratıcısı Carlo Collodi' ye hiç girmiyorum bile.. Tüm bu çeşitliliğin içerisinde bu eşsiz şehrin sokaklarında gezerken ruhunuzu özgürce bırakmak başka hislerle dolmaya yetiyor. Ve yaratıcılığınıza dokunuyor. Hakkında sadece bir yazı yazarken bile...










15 Ocak 2016 Cuma

Kar tanelerinin ateşi çıkmış
Bulutların serpilmesine engel olan karıncalar var ötede
Evet minikler ama masumlarmı sence?
Sessiz sedasız bir çığlık geldi ardından dinledim
Oysa kaplumbağalar kanatlanalı çok olmuştu
Göç etmişler kuzey memleketlerine
Onlar göç edelimi bilmiyorum
Ama ağaçlar köklerinden vazgeçmiş
Düşmüşler yollara başka topraklarla birleşmeye
Ağlayalım dedim hep beraber
Tutam tutam tarçın istediler sütlü şeylere meraklı olanlar
Biraz ötedeydi oysa ada çayları, taze kekikler
Bu çeşitti kafaları karıştıran
Ve kaos muydu yada düzen mi tüm bunlar...

 ELİF ALKAN

13 Ocak 2016 Çarşamba

Peynir ve Kurtlar

Tarih okumalarını genelde makrodan giderek yaparız. Sanatçılar, yazarlar yada önde gelenlerin yaşam süreçleriyle öğreniriz tarihi. Oysa tarih, mikrodan makroya okunurken daha kapsamlı karşılık verir bize. Aslında adı unutulup gitmiş yığınlardır tarihte kimlerin ve nelerin varolduğuna dair daha kapsamlı bakmamızı sağlayan. Ginzburg tamda bunu yapmış. Mikrodan makroya okumuş ve değerlendirmiş dönemi peynir ve kurtlar kitabında. Bu şekilde okumanın çok yönlülüğü önemli bir boyut çünkü değerlendirirken her yönüyle bakabilme imkanı sağlıyor döneme. Din, siyaset, sanat, yaşayış yada bunların birbiriyle ilişkisini kurarak çok yönlü bir değerlendirme yapılabiliyor.

Tarihi roman tadındaki kitabı okurken baştada dediğim gibi Menocchio'nun yaşadıkları üzerinden bir dönem değerlendirmesi yapılabilmektedir. Ginzburg, Menocchio'nun öyküsünde, matbanın icadı ve reform hareketlerinin mümkün kıldığı kültürel etkileşimi irdeleyerek bizimde bunu değerlendirmemizi sağlamış. Matbaa, Menocchio'nun içinde büyüdüğü sözlü geleneği elindeki birkaç kitapla karşılaştırmış ve kendi düşüncelerinin bir araya getirdiği kelimelerlede yazılanları değerlendirme imkanı sağlamıştır. Reforma gelince, duygu ve düşüncelerini istediği gibi papaya olmasa bile yaşadığı kasabadaki köy halkına, köy papazına ve engizisyonculara ifade etme cesareti vermiştir.

Ginzburg; İtalyanın Montreal şehrinde küçük bir kasabada değirmencilik yapan Menocchio'nun öyküsüyle çıkıyor karşımıza kitapta. Batının karanlık yüzü diye adlandırılan, aslında insanlık tarihinin karanlık yüzü, 16. Yy engizisyon mahkemelerinde yaşanan hikayelerden sadece biri aslında değirmencinin hikayesi. Katolik kilisesinin kendisiyle uyuşmayan fikirleri, toplumlara örnek olması adına işkenceyle yok ettiği dönemler. Ginzburg, dört büyük engizisyondan biri olan Roma Engizisyonun yarattığı dehşeti incelerken açılan engizisyon raporlarında rastlamış Menocchio'nun hikayesine. 

Montereal'li değirmenci Menocchio, 16. Yy. Batı Avrupasında yaşayan sıradan bir insan. Aynı zamanda Reformun sağladığı düşünce ve sorgulama sürecine giren değirmenci bu düşüncelerinden dolayı halk tarafından tecrit edilecek, engizisyon tarafından sorgulanacak ve sonuç olarakta papanın onayıyla idam edilecek kadarda sıra dışı bir insan. Yaşamı boyunca İtalyanın Montereal isimli küçük kasabasından pekte dışarı çıkmamış olan değirmencinin aslında o dönemde aynı sona maruz kalmış binlercesi gibi katolik kilisesinin resmi öğretisine taban tabana zıt görüşler öne sürüyor ve sonuç olarakta idam ediliyor. İyi bir eğitimi bırakın, eğitim bile görmemiş olan değirmencinin toplasan 11 tane kitabı vardı ki ; bunlar oradan buradan topladığı kitaplardı. Sadece bir tanesini Venedik’ten almıştı geri kalan kitapların hepsi ödünçtü. Menocchio’nun bilgi kaynakları hakkında Engizisyon Mahkemesi’nin tutanakları bu kitaplardan birinin 1547 basımı Kuran-ı Kerim olduğunu söylüyor. Menocchio sadece bu 11 kitaptan ve çevresinde olan biteni sorgulayarak vicdanından süzülenlerle Engizisyonu korkuttu. Yoksul ve kıt akıllı olarak adlandırılan, doğru dürüst bir eğitimi ve kütüphanesi bile olmayan biri nasıl oluyordu da Papanın ve Kilisenin, Tanrıdan aldığı gücü sorgulayabiliyordu? İsanın zavallı meryemle yusufun aşkının meyvesi olduğunu yada günah çıkarmak için papaya değil tanrıya yalvarmak gerektiğini söyleme cüretkarlığına nasıl kapılabilirdi? Menocchio bunlar gibi kilisenin asla istemeyeceği aklını kullanmaya başlamış ve bu durum Romaya kadar gitmişti. Azizlere küfretmenin günah olmadığı, gördüğümüz herşeyin tanrı olduğunu hatta bizim bile tanrı olduğumuzu söyleyen değirmenci için Roma özellikle ilgilenmeye karar vermiştir.

Menocchio'nun evrenle ilgili düşüncelerini alıntı yapmak istiyorum. Kitabada ismini veren peynir ve kurtlar benzetmesi üzerine kuruyor evren algısını değirmenci. "Başlangıçta dünya hiçbir şey değildi, sonra denizin suyuyla dövülüp çırpılıp köpük oldu, sonra kesilip peynire döndü, daha sonra bundan sayısız kurtlar doğdu, bu kurtlar insan oldular , Tanrı da bu kütleden oluştu sonra insanlar ona, en güçlü ve en akıllıya kulluk ettiler”
"Yüce Tanrı Kutsal Ruh'u herkese vermiştir, Hıristiyanlara da, sapkınlara da, Türkler'e de, Yahudiler'e de; onun gözünde hepsi değerlidir, hepsinin ruhu da aynı şekilde kurtulur"... "Siz papazlar ve keşişler, siz de Tanrı'dan daha fazla şey bilmek istiyorsunuz, şeytan gibisiniz, yeryüzünde Tanrı olmaya kalkıyorsunuz. (...) Aslında bir insan ne kadar çok bildiğini sanırsa o kadar az biliyor demektir."... "Kilise'nin kanununun ve emirlerinin hepsinin aslında ticaret olduğuna inanıyorum; hayatlarını bununla kazanıyorlar."... "Bence doğduğumuz anda vaftiz edilmişiz demektir, çünkü her şeyi kutsayan Tanrı bizi de vaftiz etmiştir; ama öbür vaftiz bir uydurmadır, papazlar insan ruhlarını daha doğmadan sömürmeye başlarlar, öldükten sonra da sömürmeye devam ederler."... "(Evliliği) Tanrı koymadı, insanlar koydu. Eskiden bir erkekle bir kadın birbirlerine söz veriyorlardı bu da yetiyordu; sonra bu insan icadı ortaya çıktı." "Ha papaza ya da keşişe gidip günah çıkartmışsınız ha bir ağaca, hiç farketmez" Menocchio'nun kitapta geçen ve hep ifade ettiği düşüncelerinden bazıları sadece. Tüm bu fikirler, günler süren duruşmalar sonucunda mahkeme, aslında başındanda sonu belli olan ölüm cezasını Roma kesin emri ile yürürlüğe koyar.

Menocchio kazığa oturtularak öldürüldü fakat onun öldürülmesiyle düşünce, sorgulama bitmedi. Menocchio'nun idamından kısa bir süre sonra, Menocchio'nun kasabasından engizisyona bir ihbar daha gelmişti: "Bu kentte... Marcato ya da belki Marco adında biri var, beden öldüğünde ruhun da öldüğüne inanıyor..." 

Fikir ve sorgulamanın önüne geçilememiş tarihte nereye kime bakarsak bakalım. Özgür düşünce doğruyu bulmaya yarar. Onu; engizisyonda, kişilerin kontrolünde, doğruyu tekelleştirenlerde, kurallarda, aslında emirlerle önünü kesmeye çalışmak yeni bir batı doğurur doğruları ve yanlışlarıyla. Tüm bu sancılı süreç batıyı yeniden doğurdu ve bugünki batıyı bu karanlık tarihi göz önünde bulundurularak değerlendirmemiz gerekir.

"İlginç olan herşey karanlıkta geçer, Hiç bilinmez insanların gerçek hikayesi" diyen romancı Celine mısralarıyla başlamış Ginzburg kitabına, bende bu mısralarla bitirmek istedim... Zira bu mısralar aslında hep son söz gibi gelmiştir bana!